en
Çakıl Taşları, Gök Taşları, Yer Çekimi ve Kırmızıya DairKeçeler - Yeni Maddesellik: Günnur Özsoy'un Keçe Heykelleri Üzerine Hatıralar ve Mektuplar Akisinin İddiası - Günnur Özsoy ve Melis Golar söyleşisiHabitustan Momentuma, Nesneden Yapıya GeçişIşık Bütün, Benim Dünyam ParamparçaEsma Sultan'da Costa MeaCosta MeaCosta Mea ÜzerineGünnur İçin NotUfuk çizgisinin aşağısından ve yukarısından öykülerHız, tazelik ve canlılık - Günnur Özsoy ve Marcus Graf söyleşisiRastlantı ve Tasarı İkilemiÇakıl Taşları - Genel Yazı Günnur Özsoy'un HeykelleriBütün Gün / Her Gün 2Sanatın bir amacı var; o da ruhun zapturapta alınması. Paul Valéry
Çakıl Taşları - Genel Yazı
Çakıl Taşları - Genel Yazı
Nevzat Sayın,

Güneye bakan kıyıda, bütün gece dinmek bilmeyen şiddetli lodosun etkisiyle, denizin tabanını da kazıyıp, önüne gelen her şeyi kıyıya sürükleyen dalgalar, kıyıda, daha önce getirdiklerinin arasına yeni çakıl taşlarını eklemişti. Dalgaların uzanabildiği yerin bitiminde oluşan çakıl set, bu yeni gelenlerle iyice yükselmişti. Kıyıya indiğinde fırtına dinmiş, dalgalar durulmuş ve artık bu sete kadar uzanamaz olmuşlardı. Denizin içi de dahil bütün kıyıyı kaplayan çakıllardan ve sudan başka bir şey yoktu görünürde. Bir kısmı çakıllarla örtülmüş, kendisi de çok iri bir çakıla benzeyen kaya görünüyordu yine. Hep yaptığı gibi bir kısmı suya, bir kısmı çakıllara gömülerek kaybolan yayvan bir tümseği andıran yerli kayanın üzerine oturdu. Ufka, denize, gökyüzüne, dalgalara baktı. Her şey yerli yerinde duruyordu. Dün geceki patırtıdan sonra, önceden bildiği gibiydi her şey. Çakıllar hariç. Çakıl kıyı hep değişirdi ve işte yine değişmişti.

Ayaklarınının ucunda duran taşlar yeni gelmiş olmalıydı. Yakından bakınca anlayabiliyordu hangisinin eski, hangisinin yeni taş olduğunu. Uzaktan bakarak bu değişikliği anlamak imkansızdı çünkü taşları tek-tek algılamak mümkün değildi çünkü hepsi bir arada başka bir şeye dönüşüyor, kendilerinden vazgeçip, bu uçsuz bucaksız kıyıyı oluşturuyorlardı.

Aralarında kendinden vazgeçmemiş/geçememiş birbirine yakın duran üç iri çakıl taşı çarptı gözüne. Gidip, dizlerinin üzerine çöküp yakından baktı taşlara. Biri zift kadar siyahtı ama derinden derine maviye çalıyordu. Parlak koyu bir gece gibiydi. Diğer taşların arasında bir delik gibi duruyordu. Uzanıp aldı. Geniş dairesel kısmı avucunu dolduruyor, çakılların arasında fark edilmeyen ince uzun kısmı kırılacakmış gibi duruyordu. Kurudukça grileşti, soldu. Suya bıraktığında pırıl-pırıl bir derin mavi siyah oldu yeniden.

İnce uzun kurşuni olana takıldı gözü bu kez. Eline aldı, uzun uzun baktı döküldüğü yerde gelişigüzel yayılırken, gelişigüzellikle düşüşüne taşına yapılmışlık arasında bir yerde donmuş bir kurşun eriyiğine benziyordu. Kurudukça açık, mat bir gri olsa da suya girdiğinde yeniden kurşuniydi.

Az çtede, dalgaların ıslattığı yerdeki koyu yeşil taş dibe cökmüş ağır yağ lekesi gibiydi. Eline aldığında petrol artıklarından bir topak gibi görünüyordu. Avucunun içinde kurudukça neftiden griye döndü, soldu. O sırada gözüne çarpan bembeyaz bir çakıl taşını almak için grileşen taşı suya bıraktığında yeniden nefti bir yağ lekesi oldu.

Beyaz taş, antikiteden çıkagelmiş bir gövdeye benziyordu. Uzun zamandır bu kıyıda yuvarlanıp, diğer taşlara sürtüne sürtüne törpülenmiş, keskin hatlarından kurtulmuş, yumuşak eğrilerden oluşan; aşınmış, aşındıkça belirgin hatlarını yitirmiş bir torsoydu düpedüz. Ten gibiydi taşın yüzeyi. Kurudukça daha da beyazlaştı. Islattı ama suya bırakmadı. Hem kendisi olarak çok güzeldi hem de diğerlerinin anısı olarak. Siyahı, kurşuniyi ve neftiyi hatırladı. Suya baktı, bıraktığı yerde duruyorlardı. Küçücük çakılları itip-kakarak aşındırma turlarını sürdüren dalgalar, büyükleri en azından şimdilik rahat bırakmışlardı. Sakin-sakin duruyordu büyük çakıl taşları.

Elinde tuttuğu beyaz çakıl taşıyla kıyı boyunca yürüdü. Güneş gözünü aldığı için yere, çakıllara bakarak yürüyordu. Yürüyor ve duüşünüyordu; uzaktan aynısıymışcasına birbirine benzeyen ama yakından bakınca sadece kendilerine benzeyen bu küçücük varlıklar kendilerine benzemelerinin yanı sıra başka bir şeyin sureti gibi de görünüyorlardı. Her biri küçücük bir heykel gibiydi. Ya da çok parçalı, kocaman bir heykelin parçalarından biri gibi; hem kendisinin tümü, hem de ait olduğu bütünün bir parçası gibi görünen çakılların her biri hem hepsine benziyordu diğerlerinin, hem hiç birine.

Çakılların Üzerine oturup çantasında hep onunla gezen desen defterini çıkardı, çizmeyi denedi; elini kaldırmadan, kesintisiz çizebildiği şey baktığı şeyin aynısı değildi; ama onu temsil edebiliyordu kağıdın üzerinde. Bir daha denedi. Yine aynı şey oldu: Benziyordu, hatta çok benziyordu ama o değildi. O değildi ama onu temsil edebiliyordu. Çizerken ne çizdiğiine ve nasıl çizdiğine dikkatle baktığını fark etti. İlk defa ayırdına varıyordu bu durumun. Bazen zihinsel bir şey oluyordu çizmek, bazen bedensel. Tıpkı çakıl taşları gibiydi çizdikleri; iradiyle tesadüfi arasında bir yerdeymiş gibi görünüyorlardı. Bizim onu oldurmak istediğimiz şeyle onun olmak istediği şeyin arasında bir yerde... Araf’ta... Çizmeyi sürdürdü. Ayrı ayrı, üst üste çizimlerle doldu sayfalar. Sonraki sayfalarda biraz daha büyük, tek başına duran bir şeyler çizdi. Siyah, nefti ve kurşuni kalemlerin beyaz kağıt üzerindeki izleri, suya bıraktığı taşların anıları gibi görünüyordu.Gördüğündenden memnun, defterini kapadı. Kıyıya baktı. Deniz kenarındaki ıslak çakıl taşlarının üzerindeki gün ışığıı göz kamaştırıcıydı. “Alice Harikalar Diyarında” diye mırıldandı.

Yıllar sonra, çok parçalı bir iş ic?in atölyede çalışırken kimisi bitmiş, kimisi bitmeye yüz tutmuş, kimisi pırıl pırıl boyanmış, kimisi astar boyalı, atölyenin bir tarafına gelişigüzel bırakılmış, yüze yakın parçanın arasında yine aynı cümleyi mırıldanırken buldu kendini. Sorsalar doğaya öykünmediğini söylerdi. Haklıydı. O zaman defterine çizdiği şeyleri hatırladığında çakıl taşlarını değil de çizdiklerini yapmakta olduğunu fark etti.

Ama defterine çizdikleri de çakıl taşlarının izleriydi. Öykünnme ilk hamlede iki kere tekrar etmiş sonra sonsuz kere tekrar ederek kurguyla rastlantı arasında bir yerde duran bu temsili nesneleri oluşturmuştu. Gecenin bir vakti bir tür aydınlanmayla Platon’un devletinden atılacaklardan biri olduğunu fark etti. Varlıklar sıralamasında gölgeler ve yansımalarla gerçeklikten en uzakta yer alan sanat nesneleri karşısında yasaklanmış bir iş yapmanın hem keyfini, gururunu hem de ürpertisini hissetti. Yaparken hiç bunları düşünmemiştim derken sorunun buradan kaynaklandığı geldi aklına. Düşünmeden yapıyordu ve sorun da buydu. Bilmeden yapabilmek olumsuz bir şeydi Platon’a göre ve ta ki Aristo tarafından taklide olumlu bir anlam yüklenene kadar da bu böyle sürmüştü. Biraz ahlakçı bir yaklaşımı olsa bile örtülü ya da açık olumlu anlam önemli bir aklanma olmuştu sanat için. Gördüklerimizle öğreniyoruz; ama daha sonra öğren-diklerimizle görüyoruz. Şimdi bunları kıyıdaki çakıl taşları gibi görmesinin nedeni bu olmalıydı.